Zaman Yazarı Nuriye Akman, Ergenekon tahliyelerini ve bundan sonra yaşanacakları kaleme aldı.


"Diğer Ergenekon sanıkları Başbuğ’un tahliye kararında yer alan gerekçelerin kendileri için de geçerli olduğunu belirterek tahliyelerini istediler." diyen Akman, "Bir kısmının dileği kabul oldu, diğerleri reddedildi. İçeride kalanlar da eninde sonunda aramıza katılıp mücadelelerine kaldıkları yerden devam edecekler. Zaferleri alkışlanmaya değer. Çünkü onları içeri tıkan AKP’ye, “yanılmışız, kandırılmışız, affedin bizi” dedirterek burunlarını sürttüler. Paşa gönüllerini Başbakan’a kabul ettirerek bir taşla pek çok kuşu vurmuş oldular." ifadeleri kullandı.
Cumhurbaşkanı adayı olarak iki isim açıklayan Akman şunları yazdı:  Sadece tahliyelerle değil, son MGK kararlarıyla belini doğrultan askerî vesayet, Yüce Divan’da aklanacak olan Başbuğ’u sahnede görmek isteyebilir. Burada önemli olan Başbuğ’un Köşk’e çıkması değil, görkemli bir şekilde meydan okuması. Konsorsiyum, 26 aylık esaretin sadece onun hayatından çalınmış bir zaman dilimi olmadığını dosta düşmana göstermek durumunda. Peki karşısında kim olacak? Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç , muhafazakâr demokrat kimliğiyle Gül’süz ve Erdoğan’sız kalacak seçmene bir umut ışığı olabilir mi? Cevabı netleştirmek için, 30 Mart’ın sonuçlarını almamız yani tülümüzün biraz daha incelmesi lazım. Belki de tamamen bir hayaldir gördüğümüz, sezgilerimiz yanıltmıştır bizi...

 İşte Akman'ın bugünkü yazısı...

İlker Başbuğ mu Haşim Kılıç mı?


Realite her zaman aydınlatmaz. Bazen hakikate kalın bir perde çekerek bizi karartabilir de.

Sezgilerimiz bu durumda perdeyi hiç değilse tül haline getirmeye çalışır. Manipüle edilmiş bilgilerle kirletilmiş aklımız biraz geriye çekilince tülün ince deliklerinden âlemi başka türlü seyrederiz. Gördüklerimiz bulanıktır. Bu yüzden cezbeder bizi ve acaba manzara-yı umumiye bize dayatıldığı gibi değil de şöyle midir diye düşündürüp bir senaryo yazdırır:

Askerî vesayetin bitirildiği, Türkiye’nin demokrasinin güvenli sularında yelken açtığı tezi tatlı bir masaldı. Başbakan’ın sağ kolu Yalçın Akdoğan’ın “Cemaat orduya kumpas kurdu” ihbarıyla birlikte gemiler açık denizden limana dönmeye başladı. Balyoz davasının mahkûmiyetleri kesinleşmiş muvazzaf sanıklarının emeklilik işlemleri hükümetle Genelkurmay’ın ortak kararıyla donduruldu. Sağlı sollu kroşelerle biraz sersemleyen vesayet düzeni, şimdi eskisinden daha güçlü olarak iş başına geliyor.

İlker Başbuğ tahliyesinin ardından “Benim bu esaret döneminden kurtulmam bir başlangıçtır. Devamı mutlaka gelecektir, bundan emin olun. Balyoz davasındaki bütün arkadaşlarımızın özgürlüğü de yakındır.” diye konuşarak “mutlu” geleceğimizi ilan etti. ‘Kendisini müebbete mahkûm eden kararın gerekçesi neden 7 aydır yazılamadı?’ sorusunun cevabını böylece almış olduk:

Kim bilir hangi pazarlıkların tamamlanması beklenerek, bile isteye yazılmadı ki, önce tahliye, ardından beraat kararlarına zemin hazırlansın. Gelinen aşamada 15 gün içinde açıklanması gereken gerekçeli kararın, Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra bambaşka bir içerikle kaleme alınacağı açık. Cin şişeden çıktı. Başbuğ, çıktığı hapishaneye dönmeyecek.

Diğer Ergenekon sanıkları Başbuğ’un tahliye kararında yer alan gerekçelerin kendileri için de geçerli olduğunu belirterek tahliyelerini istediler. Bir kısmının dileği kabul oldu, diğerleri reddedildi. İçeride kalanlar da eninde sonunda aramıza katılıp mücadelelerine kaldıkları yerden devam edecekler. Zaferleri alkışlanmaya değer. Çünkü onları içeri tıkan AKP’ye, “yanılmışız, kandırılmışız, affedin bizi” dedirterek burunlarını sürttüler. Paşa gönüllerini Başbakan’a kabul ettirerek bir taşla pek çok kuşu vurmuş oldular.    

Bakmayın Cemaat’e karşı AKP ile bir cephe oluşturmuş görünmelerine, askerler intikamlarını Cemaat’ten önce Başbakan’dan alacaklar. Çünkü devlet mekanizmasının nasıl işlediğini onlar herkesten daha iyi bilir. Hükümetler, devletin sadece bir organıdır, tamamını asla temsil edemez. Devlet, hükümet etmesine izin verdiği insanların attığı her adımı, aldığı her nefesi daima kayıt altına alır ve icabı halinde parça parça servis eder. Hükümetler de farkındadır bunun ama bilmezlikten gelmek işlerine gelir.

Devletler çağımızda çok ama çok geniş bir konsorsiyumdur. Yok yoktur içlerinde. Hükümetlerin bu karmaşık yapıya açtıkları savaşı kazanması mümkün değil. Bütün kötülüklerin anası olarak işaret etmeleri gereken “gücü” dahi belirleme yetkileri bulunmaz. AKP hükümetine suçu cemaate atmaktan başka bir şans bırakılmamış olsa gerek.    

Gelelim bu kozu oynamak zorunda bırakılan Başbakan’ın geleceğine. Cumhurbaşkanlığı ihtimalinin sıfıra düştüğüne inananlar var. Kendi koyduğu ve yakın zamana kadar aslanlar gibi savunduğu üç dönem milletvekilliği şartını kaldırmazsa tamamen açığa düşeceğinden, partisi gereğini yapacaktır. Acı olan, Erdoğan’ın kendisiyle birlikte Abdullah Gül ’ün de şansını zayıflatması. Araştırmalara göre, Gezi olaylarında Gül’ün yeniden cumhurbaşkanlığına sıcak bakanların oranı, 17 Aralık sonrası azaldı, Erdoğan’la aralarında çok da önemli bir fark olmadığı görüldü.

Öyleyse sistemin cumhurbaşkanlığı yarışına yeni adaylar çıkarmasını bekleyebiliriz. Sadece tahliyelerle değil, son MGK kararlarıyla belini doğrultan askerî vesayet, Yüce Divan’da aklanacak olan Başbuğ’u sahnede görmek isteyebilir. Burada önemli olan Başbuğ’un Köşk’e çıkması değil, görkemli bir şekilde meydan okuması. Konsorsiyum, 26 aylık esaretin sadece onun hayatından çalınmış bir zaman dilimi olmadığını dosta düşmana göstermek durumunda.

Peki karşısında kim olacak?
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, muhafazakâr demokrat kimliğiyle Gül’süz ve Erdoğan’sız kalacak seçmene bir umut ışığı olabilir mi? Cevabı netleştirmek için, 30 Mart’ın sonuçlarını almamız yani tülümüzün biraz daha incelmesi lazım. Belki de tamamen bir hayaldir gördüğümüz, sezgilerimiz yanıltmıştır bizi...