İsmail Beşikci abiymin nostalji kokan bu yazısını da sizlerle paylaşıyorum. Birileri yazmasaydı, birileri çizmeseydi yaşananlar unutulup gidecekti. İsmail abime buradan sizler adına teşekkür ediyor, yazıların devamını bekliyoruz.

Misakımilli İlkokulu (TAŞ MEKTEP)

Misakımilli adı fazla kullanılmazdı. Daha çok, Taş Mektep denirdi. İki katlı, duvarları kalın kesme taşlarla örülmüş bir binaydı. Tavanlar çok yüksekti. Giriş katında da, üst katta da sınıflar vardı.

Taş Mektep ’in bahçesi çok genişti. Bu bahçe, askerlik şubesinin bahçesine bitişikti. Şeyh Yavsi Cami’nin arkasından, bu bahçeye kadar olan alanlar boş, yumuşak topraktı. Çelik-çomak gibi med düş-iyi düş, oyunlar için çok elverişli bir alandı. Bugün bu geniş bahçenin bir tarafında Lise var. Şeyh Yavsi Camisi’nden bu bahçeye kadar olan alanlarda da sokaklar, apartmanlar  var.

Taş Mektebe, 1949 Sonbaharında gönderilmiştik. Dördüncü sınıfa burada başladık.  İlk haftada, asık yüzlü bir erkek öğretmen sınıfa geliyordu. Elinde cetvelle dolaşırdı. O cetveli, olur olmaz nedenlerle sık sık kullanıyordu. Ondan sonra da yine bir hafta kadar bir kadın öğretmen derse gelmeye başladı. O da asık yüzlüydü. Kanımca bu iki öğretmen de İskilipli değildi. İsimlerini hatırlamıyorum. O zaman da bilmiyorduk.  Bu öğretmenlere, geçici öğretmenler deniyordu. Esas öğretmenin yakında geleceği söyleniyordu.

Öğretmenimiz Muzaffer Güneş, kısa bir zamanda geldi. Güler yüzlü, genç bir hanımdı. Sınıftaki her öğrenciyle ilgilenmeye çalışırdı.  O zamanlar sabahçı, öğlenci’ yoktu.  Öğleden önce de öğleden sonra da ders vardı.  Öğle vakti eve yemeğe gider, sonra tekrar dönerdik.

Taş Mektebe geldiğimiz ilk günlerde, Taş Mektepte eğitim görmüş öğrencilerin bir tekerlemesiyle karşılaştık. O tekerleme şöyleydi: “Sakarya salbur saçak/Azmimilli ondan alçak/ Var mı Misakımilli’ye karşı çıkacak?”

Bu tekerleme öğrenciler arasında çok tekrarlanırdı. Bununla, Misakımilli İlkokulu’nun hem bina olarak görkemli olduğu, hem de eğitim kalitesinin birinci olduğu anlatılırdı. Aslında Sakarya İlkokulu bina olarak daha görkemliydi. Sakarya İlkokulu da iki katlıydı ve tavanlar çok yüksekti. Azmi millî İlkokulu ise, hem tak katlıydı, hem de tavanlar çok basıktı…

Taş Mektep ’de tuvalet dışarıdaydı. Kız öğrenciler için, erkek öğrenciler içi ayrı ayrı kabinler vardı. Tuvalet her zaman kirliydi. Su yoktu. Hocalar için bina içinde tuvalet vardı. Azmimili İlkokulu’nda ve Sakarya İlkokulu’nda ise tuvalet binanın içindeydi.

Misakımilli İlkokulu  son gördüğüm de restore edilmiş. Kanımca, aslına uygun bir restorasyon değil. Sakarya İlkokulu’nun önünden, Eylül 2017 Kurban Bayramı günlerinde, dostumuz Eczacı Osman Çağıl’ı ziyarete giderken geçmiştim. Biraz harap bir binaydı…

O dönem, sınıfı, öğrencileri gösteren bir fotoğraf var. Muzaffer hoca, sandalye üzerinde oturuyor.  Arkasında öğrenciler dizilmiş. Ön kısımda da öğrenciler, hocanın etrafında çömelmişler… Öğretmenin iki yanında iki öğrenci var. Onlar da çömelmiş. Öğretmen bir elini bu öğrencilerin omuzlarına atmış. Fotoğrafın bu tarafı dikkati çekiyor.  Bu öğrencilerden bir Yaşar Çizikçi, öbürü de benim…

Sabahları okula vardığımızda ilk derste, temizlik yoklaması yapılırdı. Ellerimizi sıranın üzerine uzatırdık. Tırnaklarımıza vs. bakarlardı.  O yoklamaların birinde, şöyle bir olay yaşanmıştı. Mürsel ağabey, (Mürsel Kazez) sık sık okuldan kaçardı. Bir sabah bizimle, o da sınıfa girmişti.  Ceket cebinde çok iri, elma veya ayva gibi bir şey vardı. Bu hocanın da dikkatini çekmiş olmalı ki, Mürsel ağabeye ‘cebindeki nedir?’ diye sordu. O da, yüksek bir sesle,  ‘alma’ diye cevap verdi. Hoca, ‘o senin evladım, neden alayım, almayacağım.’ Demişti.  Öğretmenimiz o günlerde, İskiliplilerin elmaya, ‘alma’ dediklerini henüz öğrenmemişti.

Okulun kalfası, Ahmet emmiydi. Ahmet kalfa, okulun temizlik işlerine, düzenine, öğrencilerin girişine-çıkışına bakardı.  Ahmet kalfanın oğlu Yılmaz da bu okulda öğrenciydi. Evleri, okuldan hastaneye doğru giderken sol tarafa ayrılan ilk sokaktaydı. Muzaffer öğretmen de bu evde kirada otururdu. Bu evin sokaktan giriş kapısı, her zaman açık olurdu. Giriş üzerinde bir kat daha vardı.  Hocanın kaldığı oda da bu kattaydı. Bu odanın kapısı da her zaman açık olurdu.

Baharda birkaç arkadaş, Hacıkarani’de Koç kayasının eteklerinde, çiçekler toplayıp hocaya götürmüştük. Hoca çok sevinmişti. Bunu bahar aylarında birkaç defa yapmıştık. Bir defasında hoca, odasında yoktu. Ama odanın kapısı yine açıktı. Çiçek demetini bırakarak gitmiştik…

Ahmet Kalfa, Muzaffer hocaya kızı gibi ilgi gösterirdi. Bir gün beden Eğitim dersinde, hoca bizi okulun bahçesine çıkarmıştı.  Askerlik şubesine yakın olan bir alanda, yürüyüş yapıyorduk. İskilipli bir ‘kopuk’ hocanın etrafında dolaşmaya, lafla taciz etmeye yeltendi.  Hemen Ahmet Kalfa göründü ve o adamı oradan uzaklaştırdı.

Hoca bir gün bize, Coğrafya dersi için, ‘Hindistan’ı çalışarak gelin’ diye ödev vermişti. Ben de o Hindistan konusunu, kitaptan evde iyice çalışmış, öğrenmiştim. O gün derste hoca, Hindistan konusuna işaret ederek, ‘kim anlatacak’  diye sormuştu. Ben de parmak kaldırmıştım. Hoca beni tahtaya kaldırdı. Ama tahtada, evde okuduğum öğrendiğim hiçbir şey aklıma gelmedi. Kendim çok zorladım ama hiçbir şey hatırlayamadım. Hiçbir şey konuşamadım.  Çok sıkıldım, utandım. ‘Evde çok çalışmıştım, öğrenmiştim ama…’ diyebildim… Muzaffer hoca, çok sıkıldığımı ve utandığımı hemen fark etti.  Yanaklarımdan okşayarak, ‘ben şimdi anlatırım, sen de hatırlarsın…’ demişti.

Sınıfımızda, şişmanca bir kız arkadaşımız vardı. Kendisine ‘yarım dünya’ deniyordu.  Hoca bir gün Coğrafya dersinde, o arkadaşımızı tahtaya kaldırdı. Japonya ilgili olarak bazı sorular sordu.  O sıralarda, Japonya’da çok zelzele olur diye konuşmalar oluyordu. Coğrafya kitabında da zelzeleden çok söz ediliyordu.  Hoca arkadaşımıza, ‘Japonya’dan ne alıyoruz, Japonya’ya ne satıyoruz?’ şeklinde sorular da sormuştu. Arkadaşımız, ‘Türkiye Japonya’dan en çok zelzele satın alıyor…’ demişti. Sınıfça gülüşmüştük.

Tarih dersinde, Etiler (Hititler) konusu işleniyordu. Tarih kitabında Etilerin Türk olduğu, Orta Asya’dan göçlerle geldikleri yazılıyordu. Hoca da öyle anlatıyordu. Hoca, arkadaşlarımızdan birini tahtaya kaldırdı. Etileri anlatmasını istedi. Arkadaşımız hiçbir şey anlatamadı. Bunun üzerine hoca, kitaptan Etilerle ilgili bölümü bizzat kitaptan okumasını istedi. Arkadaşımız okumaya başladı. O sahifede, Etilerin savaş arabasıyla ilgili bir resim de vardı.  Resmin altında da bir satır kadar küçük bir bilgi vardı.  Arkadaşımız, resmin üstündeki bölümü okudu. Alttaki bölüme geçerken, ‘Resim 5 vs. diyerek’ resmin altındaki yazıyı da okumaya çalıştı. ‘Resim 5…’ diyerek bu yazıyı da okumaya kattığı için, ana metindeki ve resmin altındaki yazılar dilbilgisi bakımından birbirleriyle uyuşmadı.  Arkadaşımız epey bocalamıştı.

Misakımilli İlkokulu ”Taş Mektep” 23 Nisan Bayramı’nda (1950) bir müsamere düzenledi. Bu gösteriler, halkevinin sinema salonunda, filmlerin gösterildiği sahnede yapılıyordu. Öğrencileri müsamereye, Muzaffer Güneş, Saide Subaşı gibi öğretmenler hazırlamıştı. Ben de Sarı Zeybek ve Çiçekler rondunda oynamıştım.

Bu yıllarda, İskilip’te Halk Kütüphanesine de giderdik. İskilip Halkevi’nin bir köşesinde de, kütüphane vardı. Hocaların verdiği bazı ödevler için, kütüphaneye gider çalışırdık. Kütüphane müdürü, arkadaşımız Sungur’un dedesiydi. Çok sert bir kişiydi. Kütüphanede, iki büyük masa vardı. Masanın üzerinde de çeşitli dergiler olurdu. Kütüphane müdürü, o dergileri kurcalamamıza izin vermezdi. Arkadaşlar arasında biraz gülüşmemize çok tepki gösterirdi. Bizleri kütüphaneden atmakla tehdit ederdi.

O yıllarda Hayat Ansiklopedisi, önemli bir bilgi kaynağıydı. Hayat Ansiklopedisi’ni istediğimiz aman, müdür hangi maddeye bakacağımızı sorardı. O maddenin yer aldığı cildi bulur, ilgili maddeyi açar önümüze koyardı. “Öteki sayfaları kurcalamak yok…” diye sıkı sıkı tembih ederdi.

Büyükçe bir defterde, harf sırasına göre kitapların adı yazılı olurdu. Her kitaba da bir numara verilmişti. Katalog böyle tutuluyordu. Müdür bazen merdivenlerle, tavana doğru tırmanarak istediğimiz kitapları indirirdi. 

Kütüphaneden, evde yararlanmak için kitap alınırdı. Kitap bir hafta, on gün kadar evde kalırdı.  Ondan sonra kitabın tertemiz iadesi gerekiyordu. Bir arkadaşımız bu şekilde bir kitap almıştı.  O kitabı, tuvalette de okuyormuş. Bu sırada, kitabı tuvalete düşürmüş. Tuvalet, kanalizasyona bağlı değil, kuyu tuvaletmiş. Kitabı artık oradan çıkarmak mümkün değil. Aile o kitabın tazmini için   çok para ödemişti.

Muzaffer hoca, İskilip’te bir yıl kadar kaldı. Beşinci sınıfta biz okutmadı. İskilip’ten ayrıldı. Beşinci sınıfta öğretmenimiz, Ali Kınak’tı.

Beşinci sınıfa geldiğimizde, öğrenciler arasında bir tekerleme daha dile getirildiğini fark ettik. Tekerleme şöyleydi: “İmtihanın şiddetinden dalgalandı Akdeniz/ Bay öğretmenler zatıâlinizden son numarayı bekleriz.”

Okulda şüphesiz, bayan öğretmenler de vardı. Ama tekerleme hep erkek öğretmenlere vurgu yapıyor. Hayret…

O yıllarda, Beşinci sınıfta yılsonunda mezuniyet sınavları yapılırdı. Bu sözlü bir sınavdı.  Her dersten ayrı ayrı sözlü sınav yapılırdı. Öbür sınıflarda böyle bir sınav yoktu. Sınıf geçmeler, karnelerle belli olurdu.

Beşinci sınıfta, Ergün Aras, Alaattin Bülter, Ömer Karakullukçu, Aytek Koçhisarlı   gibi yeni arkadaşlarımız oldu. Misakımilli İlkokulu’ndan 1951 yılında mezun olduk.

Ali Kınak hoca da o yıllarda, Sungurlu’ya tayin edilmişti. O dönemlerde, İskilip’ten Ankara’ya, Çorum-Sungurlu-,Kırıkkale üzerinden giderdik. Bayat- Çankırı üzerinden giden bugünkü yol, çok sonraları açılmıştı. İskilip-Ankara otobüsü 1958-1959 yıllarında, Sungurlu’nun içinden geçerken,  Ali Kınak hocayı, bir ilkokulun giriş kapısı önünde görürdüm.

Nereden Nereye (1)

Muzaffer Güneş öğretmenle ilgili bir olayı anlatmak istiyorum Mustafa… Bu olay şöyle gelişti. 1958’de, Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumaya başlamıştım. Fakültenin açıldığı ilk günlerde, Ekim ayının başlarında, Niğde’den bir arkadaşla tanıştım.  Çok kısa bir zamanda arkadaş olduk. Altay Utkan. Birbirimize lise yıllarını anlatıyorduk.  Ben ona Çorum Lisesi’nden, lisedeki hocalardan vs. bahsediyordum. O da bana Niğde Lisesi’ni hocalarını vs. anlatıyordu. Bu sohbetler sırasında, Muzaffer Hocanın onların, Felsefe, Sosyoloji hocaları olduğunu anladım. Bu bilgi beni çok heyecanlandırdı.  Hocaya hemen mektup yazıp kendimi tanıttım.  Hoca hatırladı ve bana mektup gönderdi. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde eğitime devam etmemden dolayı çok sevindiğini bildirmişti. Birkaç defa yazışmıştık. Bu mektuplar, zarfıyla, pullarıyla duruyor Mustafa. Bunları değerlendirmek şüphesiz çok ilgi çekici olacak

Mezuniyetten sonra kısa bir süre, Çorum’da maiyet memuru olarak çalıştım. İçiçleri Bakanlığı’ndan burslu okuduğum için, mecburi hizmetim vardı. Sonra askerlik yaptım.   25 Aylık askerlik sonunda,  P.Yd. Teğ. olarak, 31 Ekim 1964 de terhis oldum. O zamanki Kıbrıs olaylarından dolayı, terhis bir ay gecikmişti.

Terhisten sonra, İçişleri Bakanlığı, beni Hozat’a tayin etmişti. Orada çok kısa bir süre çalıştım. 1964 sonunda, Erzurum’da Atatürk Üniversitesi’nde, Fen-Edebiyat Fakültesi’nde, Sosyoloji asistanı olarak çalışmaya başladım.

“Nereden Nereye…” başlığı altında anlatılabilecek iki olay daha var Mustafa. Bunların biri Ortaokul, bir de Lise yıllarına ilişkin. Bunları da daha sonraki yazılarda anlatmaya çalışacağım.

İSMAİL BEŞİKCİ

Yazıyı aktaran- Mustafa Yolcu

[email protected]