Akif Beki’nin dün Radikal’de çıkan yazısını, Türkiye’de siyaseti taraftar koltuğunda oturarak değil sahiden anlamaya çalışarak izleyenlere tavsiye ederim.

Beki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’da ve yakın çevresindeki bir duyguyu anlatıyordu dünkü yazısında.

Uzunca bir süre Başbakan’ın en yakınında bulunmuş birkaç kişiden biri olarak Beki, bazı kesimlerden yansıyan Adalet ve Kalkınma Partisi ile Recep Tayyip Erdoğan’ı gelip geçici bir hadise olarak görme, yok sayma halinin yukarıda nasıl algılandığını anlatıyordu.
Bu saptama üzerine uzun psikolojik analizlere girmek isteyenler olabilir, ben onlardan biri değilim ve Akif Beki’nin yazısını veri olarak kabul ediyorum. Kaldı ki, daha bir mesafeden bakan biri olarak benim de izlenimim Beki’nin saptamasıyla uyuşuyor zaten.

Şimdi bir an için empati kurmaya çalışın: Ülkenin İngilizce tabiriyle ‘establishment’ı tarafından varlığı bile kabul edilmeyen, dışlanan bir kişi olarak Başbakan olmuşsunuz ama bu dışlanma hissinden bir türlü kurtulamıyorsunuz.

İster istemez siz de onları dışlamaya, ‘Sen beni tanımazsan ben seni hiç tanımam’ ruh haline kapılmaya başlıyorsunuz. Ve daha da fenası, sizi dışlayan kesimlerin bir ittifak ilişkisine girdiğinden şüphelenmeye başlıyorsunuz; hepsinin tek bir merkezdenmiş gibi konuştuğundan, aynı şeylere aynı tepkileri verdiğinden kuşkulanıyorsunuz.

Derken partiniz hakkında kapatma davası açılıyor.

Karşınızda yine aynı dışlayan kesimi görüyorsunuz. Zaten artık gerçek ile sizin algınız da birbirine karışıyor, daha doğrusu sizin için fark etmez hale geliyor. Nereye baksanız düşman görüyorsunuz, siz canınızla uğraşırken başkaları gülümsüyor.

Neden sonra partiniz kapatılmıyor ama ortaya öyle bir karar çıkıyor ki, sizin ‘siyaset’ saydığınız neredeyse bütün alanlar size yasaklanıyor, her tarafınıza kırmızı kalın çizgiler çiziliyor, kendinizi minicik bir kafese kapatılmış gibi hissediyorsunuz.
İçiniz daralıyor. Gerçekte kan kusuyorsunuz ama başkalarına ‘Kızılcık şerbeti içtim’ diyorsunuz. Sizi dışlayan kesimler, aldığınız yüzde 47 oya rağmen, demokrasinin yara almış olmasına rağmen eski tutumlarını sürdürüyorlar.

Sizin için bir hayatta kalma mücadelesine dönüşen bu kavgayı ‘düşman’ saydığınız başkaları için de hayatta kalma mücadelesine çevirmeye kalkışıyorsunuz. Düşmanı yanlış yerde arayıp aramadığınızla hiç ilgilenmiyorsunuz artık, ‘Benim canımı acıtıyorlar, ben de onlarınkini acıtacağım’ diye düşünüyorsunuz.
İçine girdiğiniz kısıtlı durumdan kendinizce bir çıkış görüyorsunuz: Seçimde yeniden en azından yüzde 47 oy almak, mümkünse daha fazlasını almak.
Ancak o zaman, yeniden daha geniş alanlarda at koşturmak için bir fırsat yakalayabileceğinizi düşünüyorsunuz.
Ve bu hedefe ulaşabilmek için daha önce görülmemiş sertlikte bir seçim kampanyası yürütmeye başlıyorsunuz.

***
Oysa çıkış orada değil. Çıkış cepheyi genişletmekte, ‘düşman’ yaratmak ve şeytan taşlamakta değil. Çıkış kavgada değil.

Tam tersine, çıkış mümkün olduğunca çok kişiyi uzlaşma ortamına sokmakta. Çıkış, herkesin fayda sağlayacağı bir ortak zemin olarak demokrasiyi önermekte, öyle bir demokrasi öngörmekte.

Çıkış, siyasi kavga ile demokrasinin özü ile ilgili kavga arasına kesin bir çizgi çekmekte, belki bir süre siyasi kavgadan vazgeçip sadece demokrasi için, ‘herkes için demokrasi’ için uzlaşma zemini yaratmaya çalışmakta.

Bir ülkeye demokrasinin kavgayla geldiği bugüne kadar görülmedi. Demokrasi ve onun ayrılmaz parçası ve güvencesi olan hukuk devleti, olabildiğince geniş uzlaşmalarla gelir ancak.

Ve bugün kendisini bence haklı olarak köşeye sıkışmış hisseden Başbakan’ın ve partisinin o sıkıştığı köşeden çıkmasının tek yolu da, daha fazla ve daha kaliteli demokrasi.

Başka bir şey değil.



İsmet Berkan
Radikal