Bugünlerde Türkiye'de özgürlükçü olmak; demokrasiden yana tavır almak, ağır bedel ödemeyi göze almak manasına geliyor. Konuştuklarınızın evveline, ahirine bakan yok.

Bir cümleniz bile sizin yaftalanmanıza, ayıplanmanıza, aşağılanmanıza yetiyor. Tam bir çılgınlık bu! Bir yönüyle de kadim bir hastalık. "Ya onlardansınız ya bizden" anlayışının yol açtığı kamplaşmayı daha önce de yaşadı bu ülke. Ve her defasında ağır faturalar ödedi. Üstelik onca didişmeye, çatışmaya rağmen bir zaman sonra fark edildi ki kavgayı kışkırtan tek bir merkezmiş. Bu merkez kâh sağcı gibi görünmüş kışkırtmış kitleleri; kâh solcu olmuş sokaklara dökmüş insanları...

Geçenlerde (18 Haziran) Ahmet Turan Alkan harika bir tespitte bulundu ve adeta isyan etti. "Türkiye normalleşsin diyoruz, 'AK Parti'ye yağ çekiyorsun' anlıyorlar." diyor ve ekliyor: "AK Partililik bile hafif kalır aslında; cumhuriyet düşmanlığı, asker düşmanlığı, laiklik aleyhtarlığı; ABD, hatta Barzani taraftarlığı ile aynı kefeye koyuyorlar. Va esefa!" Manzara aynen budur! 'Demokrasiye dıştan müdahale edilmesin' mi dediniz, birileri sizi anında "AK Parti'yi desteklemek"le suçluyor. Namuslu bir aydından ne bekliyorsunuz ki! "Asker, aslî görevini bıraksın, siyasete bulaşsın, hem kendine hem ülkeye zarar versin" mi diyecekti? Demokrasi vurgusunun özünde asker düşmanlığı yok; tam tersi, bu ülkenin asker-sivil dengesini yeniden kurması gerektiğine dair önemli bir uyarı var.

Millî irade lafını ağzımıza alamaz hale geldiğimiz bu dönemde 367 şartının hukukî değil, siyasî bir tasarruf olduğunu, geçmişte üç cumhurbaşkanının aynı Anayasa ile seçildiği halde Abdullah Gül'e farklı bir muamele yapılmasının yanlış olduğunu söylemek, zor bir sınavdan geçmeye benziyor.

Bazı mahfillerde öyle bir hava oluşturuldu ki "kanun, nizam, ahenk bir kenara konulsun, yeter ki AK Parti cezalandırılsın" deniyor. İyi ama buna ancak halk iradesi karar verir. Beş yıldır ülkeyi yöneten bir iktidar tedip edilecekse vatandaş oylarıyla tedip edecektir. Bunun dışında yapılacak her türlü cezalandırma faşizme götürür bu ülkeyi.

Demokrat duruş hep iktidar partisine destek gibi algılanıyorsa asıl sorumlusu muhalefetteki partiler değil mi? Mesela 12 Mart muhtırası Süleyman Demirel'e verilmişti; ama o gün Bülent Ecevit ve arkadaşları muhtıracılara sert tepki göstermişti. "Tatlısu demokratlığı" ile suçlanan solcu aydın ve siyasetçilerin o gün takındığı demokrat tavrı, bugün CHP takınamadı. 12 Mart muhtırasında dimdik ayakta duranlar arasında bugünkü CHP lideri Deniz Baykal da vardı. Aynı asil davranışı 27 Nisan muhtırası için Baykal'dan bekleme hakkımız yok mu? Daha doğrusu Baykal, 27 Nisan muhtırasından bahsederken "sebep olanları" kınadığı kadar, muhtıranın kendisini de eleştirseydi büyük bir sempati toplayacaktı. CHP'nin önemli bir önde geleni bana biraz sitem etti ve dedi ki: "Zaman değişti, bize karşı taraf tutuyor havasında." Gel de anlat şimdi demokratik duruşun siyaset üstü ilkeler içerdiğini! Neyse ki tecrübeli bir meslektaşım imdadıma yetişti, "Ama efendim iki yıl önce Cumhuriyet Gazetesi size hakaret edecek düzeyde ağır eleştiriler yapıyordu, şimdi yanınızda ve sizi destekliyor." dedi. Doğrudur; çünkü asıl değişen Zaman değil, CHP'nin tavrı. O tavır ne kadar demokratik özgürlüğü işaretlerse bu gazeteden yükselen alkış sesi artacak, maşeri vicdanda yankıları duyulacak.

Aynı durum bütün partiler (AK Parti dahil) için geçerlidir. Çünkü önemli olan çoğulcu ve katılımcı demokrasinin yaşatılmasıdır. X Partisi'nin keyfi olsun diye ya da Y Partisi'nin gözüne girelim diye yayıncılık yapılmaz. Yapılıyorsa belli bir menfaat ilişkisi var demektir. Kendine mahsus bağımsız bir duruşu olan her kurum ve her aydın, bu ülkenin siyasetçilerinden daha çok özgürlük, daha çok demokrasi isteme hakkına sahiptir. Dededen kalma particilik bittiğine göre hiç kimsenin hiç kimseye eyvallahı yoktur; yeter ki asker üzerinden, YÖK ya da yargı üzerinden halkın iradesi aşağılanmasın; en azından bu istiskal, parti maskesiyle yapılmasın.



EKREM DUMANLI / ZAMAN / 28 Haziran 2007