Yargı sisteminin, açık denizde fırtınaya yakalanmış yaşlı bir tekne misali sürekli savrulduğu bir süreçten geçiyoruz. Özellikle Kürt meselesi etrafında alınan kararlar yan yana konduğunda, hem hiçbir ilkesel bütünlüğün olmadığını, hem de hukuki zeminin giderek anlam kaybettiğini görüyoruz.



Sonuç siyasetin doğrudan yargı mekanizmasının içinde yeniden üretilmesidir ve bu bozulmanın yol açacağı kaçınılmaz iç hizipleşmelerin kariyer hesaplarını da işe dahil eden biçimde siyasallaşması, yargının kaotik bir manipülasyon ve oportünizm alanına dönüşmesinin habercisidir.


Kurumsal çöküşe meydan vermeden bu noktadan çıkabilmek, insan hak ve özgürlüklerini destekleyen, evrensel hukuk normlarını sahiplenen kadroların meşruiyet zeminini kaybetmemesiyle mümkün. Bunun sınavı ise doğal olarak terör meselesinde, çünkü orada yasalar nezdinde suç olan eylemlerle, siyasi ve ideolojik sempatizanlık arasındaki sınırları çizmek kolay olmayabiliyor. Dolayısıyla yargının en fazla titizlik göstermesi gereken alan da bu... Çünkü yargı nihayette bir hakemlik kurumu ve ancak ele aldığı olaya mesafeli ve nesnel bir biçimde yaklaşabilirse toplum vicdanında meşru kalabilir.


Oysa sanki gelinen noktada yargı suçlamaya ve ceza vermeye öylesine hevesli ki, ne davaların gereksindiği hukuki zemin sağlamlığına dikkat ediyor ne de kendi tutumunun insani sorumluluğunu hissediyor.


Cihan Kırmızıgül davası bu duruma açık bir örnek oluşturuyor. Mesele Kırmızıgül'ün 'gerçekten' de suçlu olup olmadığı, bir markete molotofkokteyli atıp atmadığı değil... Mesele bunu kanıtlayacak yeterli delil olmadığı halde, yargının hasbelkader eline geçirdiği bir kişiyi suçlu kılmak için fazlasıyla istekli gözükmesi. Öyle ki Kırmızıgül'ün bu eylemi yapıp yapmadığını bilmiyoruz ama mahkemenin evrensel hukuk açısından yeterli olmadığını görüyoruz.


Bilindiği üzere bu davanın birkaç kritik zaafı var. Birincisi zanlının olaydan epeyce süre sonra bir otobüs durağında beklerken tutuklanması esnasında düzenlenen tutanağın 'polise direnmeden' söz etmesi, iddianamenin buna göre hazırlanması, ancak sonradan bunu tümüyle dışta bırakan başka bir iddianameye geçilmesi. İkincisi, zanlıyı teşhis ettiği söylenen gizli tanığın sonradan bu beyanını geri alması... Üçüncüsü, zanlının ilişkide olduğu insanların 'çeşitli suçlardan ceza almış' olmasının bizzat zanlının da suçlu olmasına delil sayılması. Dördüncüsü, Kırmızıgül'ün gerçekten de molotofkokteylini atan kişi olarak suçlanmasını mümkün kılmak üzere, "sanığın olay mahallinden otobüs durağına kadar kesintisiz biçimde takip eden görevliler tarafından yakalanmak istenmesi üzerine kaçtığı" tezinin hiçbir biçimde inandırıcı olmaması. Öncelikle birden fazla polisin kesintisiz takibinden kurtulmanın pek mümkün gözükmemesi nedeniyle... Ama daha ilginci, otobüs durağında tutuklanan birinin, otobüs durağına kadar takip edildikten sonra 'kaçtığının' söylenebilmesi nedeniyle... Ayrıca eğer polisler zanlıyı "olayın meydana geldiği andan" itibaren takip etmişlerse, olayın hemen ardından yakalamamalarını acaba nasıl açıklamak gerekir?


Tabii nasıl olup da orada o anda polislerin bulunduğunu da sorabiliriz. Bu da bizi 'gizli tanık' meselesine getirir. Söz konusu 'gizli tanığın' bir polis olmadığına veya polis tarafından etki altına alınmamış olduğuna nasıl inanacağız? Sonrasında aynı tanığın ifade değiştirmesi, kendisini deşifre edecek bir gelişmeyi önlemek için atılmış bir adım olamaz mı? Eğer yargı makamı ceza vermeyi kafaya koymuşsa, bu tanığa pek de ihtiyaç kalmadığını söyleyemez miyiz?


Nitekim gerekçeli kararda şu argümanı görünce böyle düşünmek doğal hale geliyor: "Gizli tanığın emniyet müdürlüğünde sanığa ilişkin yapmış olduğu teşhis tutanağında sanığın görüntüsü ile duruşma esnasındaki görüntüsü arasında aradan geçen yaklaşık bir yıllık süre içerisinde sanığın görüntüsündeki saç, sakal, kilo gibi değişiklikler meydana gelmiş olduğu, teşhisin yüz yüze değil de kamera aracılığıyla yapılıyor olması gibi nedenler dikkate alındığında gizli tanığın olayın hemen akabinde sanığın olay yerindeki görüntüsüne en yakın olduğu anda hazırlık aşamasında yapmış olduğu teşhis işlemlerinin daha güvenilir olduğu..." Yani mahkeme gizli tanığın zanlıyı teşhis edememiş olmasını dikkate almazken, kendisinden alınan ilk ifadenin gerçeğe tekabül ettiğini öne sürüyor. Bu ifadede tanığın poşu nedeniyle zanlının yüzünü görmediğini söylediğini de ekleyelim...


Peki mahkemenin yorumunun yanlış olduğuna emin miyiz? Cihan Kırmızıgül'ün gerçekten de bombayı atan kişi olması imkânsız mı? Tabii ki değil... Ama suçlama, elde yeterli delil varsa meşru bir zemine oturabilir. Oysa mahkemenin elinde otobüs beklerken yakalanan poşu takmış bir genç ve bir markete molotofkokteyli atan birinin poşu takmış olduğu iddiasından öte güvenilir ve sağlam hiçbir veri yok.


Suçsuzluğun ispatını neredeyse imkânsız kılan, suçlamayı ise böylesine kolaylaştıran bir yargının hakemlik yeteneği kaybolur ve maalesef hukukun ideolojik tutum ve duygulara esir düştüğünü ima eder.


Etyen Mahçupyan
ZAMAN



[email protected]