Sosyal güvenlik reformu gerçekten son derece önemliÖ Şu anda bütçeden (eski seriyle) milli gelirin yüzde 5’e yakını sosyal güvenlik açıklarına gidiyor. Olasılıkla yeni seriyle de bu açık milli gelirin yüzde 3’ünden aşağı değil. Artık anlamamız gerekiyor ki, Türkiye bunu finanse edemiyor. Ve bütçe bu haliyle ileride daha büyük sorunlara gebe.

Nedeni de ortada. Birincisi, kayıtlı çalışan sayısı az. Böylece prim ödeyen sayısı azalmış oluyor. İkincisi, emeklilik hakkına sahip insan sayısı fazla. Diğer bir deyimle, ödeyen az, alan çok olunca sistemin dönmesi zorlaşıyor.

O zaman devlet de ödeyenlere aşırı yüksek primler yüklüyor ve öderken de sınırlı emeklilikler ödemek zorunda kalıyor. Elbette bu durum adil değil. Üstelik bu sistem kısır biçimde kayıtdışını da cazip hale getiriyor. Çünkü aşırı yüksek primlerden herkes kaçınmaya çalışıyor.

Sosyal güvenlik reformları Batı dünyasında da kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ortaya çıkmış ve çıkarılması hayli sıkıntılı olmuştur. Ömür beklentilerinin uzaması ve kişi başına sağlık harcamalarının giderek artmasıyla sosyal güvenlik sistemleri çok maliyetli hale geldi.

Ancak dünyanın hemen her yerinde bu tür reformlar emekçi kesimi zorlar. Bu nedenle direnirler. Uzun vadede bu onların lehine olsa bile. Çünkü çalışmayan, açık veren bir sistem ek vergilerin salınması yahut oluşan bütçe açığının enflasyonist finansmanla karşılanması demektir. Bunlar da emekçinin aleyhinedir. Sendikaların direnmesi son derece doğal olmasına rağmen Başbakan çok sert bir tepki verdi. Oysa bu direncim hoşgörü ile karşılanması beklenirdi.

Bir haktan kısa vadede mahrum kalındığında uzun vadede onun çok yararlı olacağının bilinmesi o insanı farklı bir pozisyona taşımaz. Popülizmin zaman zaman çok başarılı olmasının ardındaki neden de budur. “Madem sistem açık veriyor, o zaman devlet parayı başka yerden bulsun” denir. Bu mümkün olmadığından emekçileri de ikna etmesi gereken hükümettir.

Özetle, bu reform kaçınılmaz. Ama hükümetin takındığı tavır çok yanlış. Üstelik belli noktalarda reforma haklı eleştiriler getiriliyor. Hükümet bunlara da kulak kabartmıyor.

Sadun Hoca’nın ardından

1970’li yıllarda üniversiteye girer girmez kendimizi siyasal hareketlerin içinde bulduk. Radikal esintiler bizi de çekiyordu. Kimi zaman direnebiliyorduk, ama kimi zaman rüzgârlar bizi de sürüklüyordu. Sonunda o etkiler sonucu öğrenci başkanı seçildik. İlk işlerimizden biri “bize göre sağcı” olan iktisatçılar yerine, solcu bir hocayı okula konferansa çağırmaktı. Bu solcu hoca bize artık değeri, sömürüyü, hatta emperyalizme karşı mücadeleyi anlatmalıydı.

Düşündük taşındık, Sadun (Aren) Hoca’ya karar verdik. Kalktık Sadun Hoca’nın evine gittik. Davetimizi yaptık. Sadun Hoca önce derslerimizi sordu. Bilgi aldı. Sonra “Size enflasyon hakkında bir konferans vereyim” dedi. “Ama siz biraz daha derslerde ilerleyin, sonra daha rahat bir konferans yaparız”. Ben yıkılmıştım. Bunu bizim arkadaşlara nasıl anlatırdım. Sesimi çıkarmadan çektim geldim.

Bu olayı hiç unutmam. Sadun Hoca hiç kuşkusuz radikal solda duran biriydi. İdeolojik bir pozisyonu vardı. Ama bu pozisyon onu mesleğiyle ilgili ciddiyetinden ve bilimsel yaklaşımından alıkoymuyordu, uzaklaştırmıyordu.

Sakin, sade, ciddi bir adamdı. Çok badire atlattı. Birçok değerli ekonomisti de yetiştirme olanağı buldu. Nihayet geçenlerde bu dünyadan göçtü. Ailesine ve ekonomi camiasına başsağlığı diliyorum.


HURŞİT GÜNEŞ
MİLLİYET