Mevlit Kandili münasebetiyle, İsviçre’ye bir davet almıştım. Ağır denecek derecede hasta olduğum halde gittim. O insanları ve davetlerini ciddiye aldığım göstermek için…

Avrupa’nın çeşitli kentlerine daha önce de gitmiştim. Ama hiçbir zaman bu kadar ‘içeri’ girmemiştim. Çünkü önceki seferlerim ya resmi nitelikliydi veya bireysel bir takıntı ile gezmelerden ibaretti.

Bu kez bir davet üzerine gitmiştim ve bizim insanlarımıza bir konferans verecektim. Ama bir takım tereddütlerim de vardı. Çünkü oralarda yaşayan Müslümanların mescid mescid, cemaat cemaat bölündüğünü duymuştum.

Biliyordum, Nurcusu Süleymancısından, Süleymancı Diyanetçisinden, Diyanetçisi Milli Görüşçüsünden, Milli Görüşçüsü Ülkücüsünden uzak duruyor; hatta birbirlerinin camilerine bile gitmiyorlar…

O açıdan çekiniyordum. ‘Bu cemaat, çağırdığına göre demek ki, fikirlerime yabancı değiller’ diye düşünmeme rağmen zihnimde bir çekince vardı…

Neyle karşılaşacağımı bilmeden gittim. Tek teminatım vardı; beni davet eden İsviçre İslam Cemiyetleri Federasyonu Başkanı Mustafa Öztürk’ün sesindeki samimiyet. (Yanılmadığımı hemence ifade edeyim. Hele ağır hasta olduğum iki gün boyunca ailecek üzerime titremeleri, beni gerçekten minnettar kıldı…)

Sevgili başkanla yaptığımız sohbet, beni birçok açıdan rahatlatıp ümitlendirdiği halde bir konuda ise endişelerimi çoğalttı. O da yukarıda anlattığım durum!

Diyebilirim ki Avrupa’da büyümekte olan ve eğer önü alınmazsa yarın bu ülkeye de sirayet edecek olan ‘ayrışma’ virüsü, bünyede bir tümör halini almadan ıslah edilmelidir. Türkiye, şu meseleyi kendine iş edinmezse en fazla birkaç yıl içinde zorunlu olarak bu tefrika canavarı ile yüzleşmek zorunda kalabilir. Bunun faturası, gurbetçilerimizin birtakım uyanıklara para kaptırması veya dolandırılması gibi de olmayacak üstelik.

Bu habis ur, Avrupa’daki demokratik ortamın da katkısıyla hızla büyüyor. Çünkü başlangıçta, belki yakın temas ve dayanışmayı, hatta yardımlaşmayı esas alan bu cemaat içi yakınlaşmalar, zamanla ötekini dışlama boyutuna gelmiş durumda.

Demokratik ortamın sağladığı hürriyet, Müslümanlar tarafından, birbirine sokulmak, güçlü bağlar oluşturmak için kullanılabilecekken; maalesef, yekdiğerini tanımama veya kendinden uzak tutma, kendi anlayışının ötesinde bir anlayış tanımama gibi uç bir noktaya varmış durumda.

* * *
90’lı yılların başında ilk defa hacca gittiğimde, yaşadıklarım karşısında etkilenmiş ve “Hacca Müslüman gittim, milliyetçi döndüm” diye belki de boyumu aşan bir laf etmiştim!

Tabii ki derdim diğer kavimleri küçümsemek değildi. Aksine, o mekânlara yakışır bir edep taşıyanların, ekseriyetle Türk hacıları olmasından kaynaklanan bir tefahürü yansıtıyordu ifadem.

Çünkü diğer kavimlerin, Kabe-i Muazzama, Kur’an ve namaz konusundaki lakaytlıkları beni çok rahatsız etmişti. Demiştim ki, ‘Kur’an’a ve Kabe’ye en hakiki saygı gösteren Türklerdir’. Özellikle Arapların mescid ve namaz adapları, hiç de bizimkine uymuyordu. Bizimkinde tazim ve edep, onlarınkinde ülfet ve alışkanlığın getirdiği bir lakaytlık vardı sanki…

O yüzden yazılarımda, Türk devlet görevlilerine seslenerek, “Eğer siz, Anadolu’da teşekkül etmiş ve ‘edeb ya Hu’ anlayışını benimsemiş, kendi Müslümanınızı üretmezseniz, yakın bir gelecekte, hiç de hoşlaşmayacağınız bir İslam anlayışının Türkiye’de hayat bulmasına zemin hazırlamış olursunuz. Uzun Osmanlı asırları boyunca oluşmuş ‘şehirli selim Müslümanları’ Türkiye üretemezse veya kendi dindarını yetiştirmezse, yakın bir gelecekte, ya radikal İran yaklaşımlarına ya da sosyalist katılımlı Arap İslamına mecbur kalırsınız,” demiştim.

Nitekim de bu söylediklerim oldu! Sonra da o durumlar bahane edilerek 28 Şubat süreçleri bize dayatıldı.

Bugün kimlerin yaptığı açık bir şekilde ortaya çıktığı üzere, Türkiye’de kurumsal ortamda İslamın öğretilmesine mani olundu. İmam Hatipler’de, normal eğitim süreçlerinde dinini de öğrenmek isteyen gençlerimizin önü kesildi. Ve toplum, bu konuda kendi kendine çözüm üretip başının çaresine bakmakla karşı karşıya bırakıldı. Böylece, çocuk daha dinini bile öğrenmeden, bir meşrep sahibi olmaya mecbur bırakıldı. İşte şimdi bunun ceremesini çekiyoruz, daha da çekeceğe benziyoruz.

Mezhepler, ekoller, tarikatlar, meşrepler elbette ki, dini hayatın zenginliğidir. Tabii bu unsurlar, kendilerini bir bedenin uzuvları biliyorlarsa...

Aksi takdirde bu bir nifaktır, tefrikadır ve parçalanmaktır; ‘Ümmetimin ihtilafı rahmettir’ hadisinin çatısı altına sokulamaz. İhtilaf başkadır, tefrika başkadır. Hz. Peygamber (asv) “Benim ümmetim 72 fırkaya ayrılacaktır ama fırka-i naciye birdir’ derken bununla övünmemiş, bunu ahir zaman alameti saymış…

İşte maalesef, Avrupa’da yaşanmakta olan ayrışma ve cemaatleşmeler bu noktaya doğru gidiyor. Hatta gitmiş bile. Her bir grup, adeta ayrı bir din olma yolunda ilerliyor…

Beni, federasyon adına davet eden başkanı Mustafa Öztürk, şu sıkıntıları yüreğinde hisseden biri… Açış konuşmasında da cemaatlere sitemde bulundu. Ve bütün cemaatlerin ehli kıble olduğuna ve ehli kıble olanların birbirini yok sayma noktasına varamayacağına, bunu hiçbir müslümanın içine sindiremeyeceğine dikkat çekti.

Ve âcizane ben de gördüm ki, bizler, nimetleri nikmete dönüştürmede maharet kazanmışız. Bu ayrışmalar, bölünmeler, dışlamalarda, elbette ki, mahalli polis ve istihbaratların rolü yok diyemeyiz. Çünkü yekvücut olmuş Müslümanları kendileri için tehlike addedebilirler.

Hürriyet ortamında daha şuurlu olmaları ve birbirine daha çok sahip çıkmaları gereken Müslümanların, böyle bölük pörçük olup birbirini dışlar vaziyete gelmeleri, birbirinden ayrı dinlere mensuplarmış gibi davranmaları doğrusu beni ziyadesiyle endişelendirdi.

Benim gibi, diğer İslam ülkeleri için de sonuna kadar hürriyet ve –başka kelime bulamadığım için kullanıyorum- demokrasi isteyen biri için yaşadıklarım yıkıcı bir gözlem oldu diyebilirim.

Herkes, kendi cemaatinin düğününü şenlendiriyor, diğerini de yok sayıyor. Anlatılanları dinlerken, yüreğim burkuldu ve yıllar önce Pakistan’dan Türkiye’ye kaçıp gelen Muhammed Şems dostumun sözünü hatırladım:

“Aliciğim, medeni anlayışı ve birlikte yaşama kültürü gelişmemiş fakat cemaat ve tarikatler açısından zengini toplumlarda, laiklik anlayışının Türkiye’deki gibi olması kaçınılmazdır. Eğer şunu gevşetseniz, korkarım ki siz de bizim gibi ve Afganistan gibi olursunuz. Bu cemaatlerden birisi ez kaza iktidar olsa, ilk iş olarak gücü kendisine en yakın olan cemaati yok eder” demişti.

Ben o gün ona itiraz etmiş ve “bizde uygulanan laiklik müstemleke laikliğidir. Biz ne yapıp edip bu tür baskıcı laiklik uygulamalarından kurtulmak zorundayız” dedikçe, tebessüm ederdi…

Ama itiraf edeyim ki, Avrupa’da yaşanmakta olan bu “hard cemaatleşme ve ayrışma” anlayışı, bir yandan o eski hatırayı aklıma getirirken, biryandan da gelecek adına; gelecekteki ‘büyük İslam ailesi’ adına beni endişeye sevketti… Zira Musevilik ve Hıristiyanlık da aynı usul ve nedenlerle sayısız anlayış ve fırkalara bölünüp başlangıçtaki kutsiyetinden uzaklaşmışlardı.

Bu açıdan, İsviçre İslam Cemiyetleri Federasyonu’nun birleştirici ve bir arada tutucu tavırları ve çabaları çok önemli… Hele federasyonun Zürih Başkanı Yaşar Özdemir’in anlattıkları her şeye rağmen gelecek adına ümitvar olmamı sağladı…

Unutmamak gerekir ki, Avrupa’da yaşayan Türkler de bizim sahip olduğumuz arazlara sahip ve bu devirde yaşayan bireyler olarak en az bizim kadar dünyayı ve hayatı seviyorlar.

Bu asır, ‘Onlar, ahrete inandıkları ve ahretin hak olduğunu bile bile dünya hayatını tercih ederler” ayetinin hükümran olduğu bir çağ.

Bireysel çıkarlar, külli maksatların önüne geçmiş. Nasıl ki bireysel iman da yavaş yavaş, külli ve kuşatıcı bir sorumluluk gerektiren geleneksel imanın önüne geçiyorsa…

Böylesi bir bela Türkiye’ye sokulmamalı. Var olan da tamir ve ıslah olunmalı…

Acilen!

-----------------------------------------
Bu arada, ‘Darwin’i Susturan Cevap’ yazısına yeterli dikkat gösteremediğimi itiraf etmeliyim.

Yoğun bir baş ağrısı ve yüksek tansiyonlu bir ortamda yazdığım için yaptığım alıntıları anlaşılabilir kılamadım.


Bu açıdan okuyucularımdan özür dilerim.

Yunus Ulusoy arkadaşımız, “Risale-i Nur'u okuyanlar onu anlayabilenlerdir. Parantezli açıklama yerine doğrudan Türkçe olarak anlatsanız da, kısıtlı zamanı olanlar, anlama güçlüğü olanlar, okuma tembeli olanlar da yararlansa daha iyi olmaz mıydı?” demiş, katılıyorum. İnşallah, bundan sonraki alıntılarda buna dikkat edeceğim.


MEHMET ALİ BULUT
HABER 7
[email protected]