Kavgalar hiç bitmedi. Kimi kan davasına dönüştü, kimi düşük yoğunluklu devam etti.

Hiçbiri kalıcı olmadı.

Ama Demirel'in deyişiyle, yumurtalardan biri kırıldıysa, diğeri çatladı.

Benim gazeteci olarak anımsadığım ilk büyük kavga, 1960'ların sonunda Başbakan Demirel'le Günaydın gazetesinin sahibi Haldun Simavi arasında patlamıştı.

Bir ara kan davasına da dönüşen bu kavga, Demirel'i iktidardan deviren 12 Mart darbesi ile sönmüştü.

Demirel, belki bu tecrübenin de etkisiyle, daha sonraki yıllarda basınla kavgadan genellikle uzak durdu. Hem patronlarla hem köşe yazarı ve gazetecilerle iyi ilişkiler içinde olmaya özen gösterdi.

Elbette 'müşteri kızıştırdı' Demirel de. Patronları, gazetecileri birbirlerine karşı oynadı. Zaman zaman ipleri de gerdi ama kopardığını anımsamıyorum.

Özal daha farklıydı.

Gazete sahiplerini kendi yoluna getirmek için 'iktidar manivelaları'nı bazen fütursuzca kullandı. Bir ara Erol Simavi'yle kavga etti. Simavi'nin Hürriyet'ine karşı Asil Nadir'in basın piyasasına girmesini teşvik etti.

Kısacası:

Basınla ilişkilerinde hep gözü kara gitti Özal.

Ancak, istediğini ne kadar elde edebildi sorusunun karşılığı olumlu değildir. Yıprandı ve oyları yüzde 45'ten yüzde 20'ye indi. Bu konuda özellikle yolsuzluk çarkı büyük rol oynadı Özal döneminde.

Tansu Çiller'e gelince...

O da başbakanlığı döneminde 'teşvik mekanizmaları'nı kullandı gazete patronlarına karşı. Sabah grubunun sahibi Dinç Bilgin'le iyi geçindi, Aydın Doğan'la büyük kavga yaşadı.

Çiller'le 1990'larda siyasi kan davası güden Mesut Yılmaz ise Aydın Doğan'la iyi geçindi, buna karşılık Dinç Bilgin'le büyük kavga etti. Başbakanlığı sırasında Yılmaz'ın da, Korkmaz Yiğit olayındaki gibi, kendine yakın medya grubu yaratmaya dönük çabalarından söz edilebilirdi.

Çiller'in Aydın Doğan'la, Yılmaz'ın Dinç Bilgin'le kavgası, Bilgin'le Doğan'ı da karşı karşıya getirmişti 1990'ların ikinci yarısında. Bir cephede Milliyet'le Hürriyet, karşı cephede Sabah vardı.

O tarihlerde Sabah'taydım.

Gazetedeki köşemde elimden geldiğince bu kavgadan uzak durmaya çalıştım, çok az yazı yazdım. Kısa bir süre sonra, Aydın Doğan'la Dinç Bilgin 1997'de Zafer Mutlu'nun evinde nikâh şahitlerimiz oldu.

Bütün bu kavgaların temelinde hiç kuşkusuz 'çıkarlar' yatıyordu, siyasal ve ekonomik çıkarlar... Hırslar yatıyordu, daha güçlü olmaya, daha büyük olmaya dönük hırslar...

Peki, bütün bu yaşadığımız kavgaların sonucunda olgunlaştık mı, ya da ne kadar olgunlaşabildik?

Bir başka deyişle:

Demokrasi yolunda mesafe alındı mı? İktidar-medya ilişkilerinde, demokrasilerde olması gereken ilke ve kurallar ne ölçüde oturdu? Televizyonuyla, basınıyla, internetiyle tüm medya, hem demokrasinin hem mesleki sorumluluğun gereklerini ne kadar yerine getirmeye başladı?

Olumlu değil bu soruların yanıtları. Maalesef fazla mesafe alamadık, yaşananlardan pek o kadar ders çıkarılmadı.

Ayrıca, yukarıdaki soruların yanıtları yalnız bizde değil, ileri Batı demokrasilerinde de sorunludur. İyi örnekler vardır, kötü örnekler vardır.

Mesleki sorumluluk ve görevlerini demokrasiye yakışan biçimde yerine getirenler de vardır, bizdeki gibi ilkeydi, kuraldı, hiç umursamadan gözü kara olanlar da...

Uzun yıllar gazete sahiplerinin -daha sonraki deyişle- medya patronlarının sektör dışında başka işlerinin olmamasını savundum. Biliyorum, yalnız Türkiye'de değil, Batı demokrasilerinde de bugün artık bunu savunmak çok naif kalmış durumda...

Ama bugün de bir şeyi savunuyorum:

Patronların medya ile medya dışındaki iş ilişkilerini birbirine karıştırmaktan özenle kaçınmaları... Ve medya yönetimlerinde, gazetecilik alanıyla öteki alanların arasına da yüksek bir duvar çekilmesi...(*)

Bu konular bizde bugün de sorunlu olmaya devam ediyor. Medyamızda kalite kontrolü açısından da dertlerimiz elbette var.

Tekrar sadede geleyim.

Erdoğan daha çok Özal'a benziyor.

Gözü kara!

'İktidar manivelaları'nı kullanmayı Özal gibi Erdoğan da seviyor.
Tehlikeli bir eğilim bu.

Bu eğilimini eğer frenleyemezse, bunun hem kendi siyasal kariyeri, hem partisinin geleceği, hem de Türkiye'nin istikrarı gibi açılarından olumsuz sonuçlar doğuracağını düşünüyorum.

Erdoğan'ı eleştirdiğim dünkü yazımın sonunda belirttiğim gibi, Sayın Başbakan'ın frene basıp bir an önce Türkiye'nin gerçek gündemine kilitlenmesi, örneğin AB seferberliğine girişmesi lazım.

Bu ülkenin yeniden geçmiştekilere benzer kavga ve gerginliklere değil, barış ve yumuşama ortamlarına ihtiyacı var, eğer kalkınmak ve ileriye gitmek istiyorsak...

Herkes kendi işini ne kadar iyi yaparsa, bu yol daha kolay açılır.

Tersi, çıkmazdır!

-----------------------------------------------

* Bu konudaki görüşlerim son olarak üç yazı halinde, "Gazete satmak, gazete almak" başlığıyla geçen yıl 6, 7 ve 8 Aralık 2007 tarihlerinde bu köşede çıktı.

Hasan Cemal
[email protected]