Bugünlere nasıl geldiğimizi anlamamız gerekir. Hatırlayalım: AK Parti kurulduğunda içeride merkez sağ ve merkez sol partiler çökmüştü; ABD, Afganistan ve Irak üzerinden bölgeye yerleşmeyi planlıyordu.


AK Partililer kuruluş doktrinlerini “uzlaşma” kavramı üzerine kurdular. Gerekçeleri şuydu: “Yaşadığımız 28 Şubat tecrübesi bize gösterdi ki Erbakan’ın kafasıyla iktidar olunmaz, olunsa da iktidarda kalınmaz. İktidar olmanın ve iktidarda kalmanın yolu ‘uzlaşma’dan geçer. Bundan böyle a) Küresel güçlerle (ABD, AB ve İsrail), b) İçeride askerî ve sivil bürokrasiyle c) Büyük sermaye ile” uzlaşılacaktı. Buna karar verilince medyada 28 Şubat’ta “Erbakan’ı savunan”lar onu ilk terk edenler arasında yer aldı.


        Bu doktrin seslendirildiğinde bu köşede ve çeşitli platformlarda doktrinin yanlış olduğunu, uzlaşılacak güçlerin Türkiye’de ve bölgede sorunun sebebi olduklarını, uzlaşılsa bile bir süre sonra AK Parti’yi tasfiye etmek isteyeceklerini anlatmaya çalıştım. Beni kimse dinlemedi, Erbakan gibi “eski kafalısın” dediler, böylelikle çok sayıda arkadaşım yola çıkmış oldu.


       Doktrin cazipti, iktidar vaat ediyordu. Parti kuruldu, yola çıkıldı, Kemal Derviş’in ekonomi, AB’nin reform yol haritasına bağlılık beyan edildi. Daha milletvekili bile değilken Avrupa ülkeleri Sayın Erdoğan’la görüşmek üzere sıraya girdiler, Oğul Bush, Beyaz Saray’da iki saat görüştü, Amerika daha önce Clinton’ın sarahaten belirttiği üzere “Türkiye, 21. asrın kaderini belirleyecekti.”


        Mesele şuydu: Amerika ve Batı, bundan sonra büyük kavga ve belki savaşların yaşanacağı Pasifik’e gidiyordu. Ortadoğu sisteme entegre edilmeyen boşluktu, bölgeyi kendi haline  bırakamazdı. ABD’nin iki doktrini vardı: Muhafazakârların askerî güç kullanarak düzen kurmak, Demokratların yumuşak güçle (kadın hareketi, STK’lar, demokrasi, liberal felsefe, eğitim, TV dizileri vs.) bölgeyi dönüştürmek. AK Partili Türkiye her ikisine de talipti. Bölge rejimleri (otokrat yönetimler, askerî diktatörlükler) çoktan “son kullanma tarihi geçmiş ilaç” gibiydi, bundan sonra bünyeyi sadece zehirliyorlardı.


       Küresel güçlerin -içlerinde Likut’çu olmayan Yahudi lobilerinin- üç talebi vardı: 1) İsrail, sınırları belirlenmiş bir bölge devleti olsun, ehlileşsin, 2) Enerji kaynakları ve enerji nakil hatları güvende olsun, 3) Radikal İslamcı gruplar iktidar olmasın.


       Bölgeyi bu üç parametreye göre ancak Türkiye, İran ve Mısır düzene sokardı. İhale Türkiye’ye verildi ama İran’la rekabet istenmedi. Çünkü Türkiye bölgeye girerken İran’la çatışırsa bundan İran güçlenerek çıkacaktı. İran, İmam Humeyni’den beri ortak düşman Bizans’ı (yani ABD ve İsrail’i) hedef almıştı, bu da onu güçlendiriyordu. Türkiye zamanla İran’ı yanına alacak, Suriye’yi çözüp Batı’ya yaklaştıracak sonra Mısır’la da bölgeyi yeni rayına oturtacaktı.


      Başrol Türkiye’ye verildiğinden kapsamlı restorasyonla işe başlandı: a) Küresel sermayenin yönü Türkiye’ye çevrildi, sel gibi para akmaya başladı, b) Türkiye, uluslararası düzeyde inanılmaz diplomatik ve siyasî desteğe sahip kılındı, c) Avrupalılara Türkiye’yi AB üyelik sürecine daha aktif dahil etmeleri için baskı yapıldı, d) İçeride periyodik darbeler yapan cuntaların tasfiye edilmesine yardım edildi, askerî vesayet rejimi “durduruldu”, yok edilmedi. e) Yakın bölge ülkeleriyle, özellikle Suud ve Körfez ülkeleriyle ciddi parasal ve siyasî ilişkiler kuruldu, “sıfır ihtilaf” politikasıyla neredeyse ortak bakanlar kurulu oluşturuldu. f) Afrika’ya koridor açıldı.


       2011’e gelindiğinde her şey tersine döndü. Türkiye dış politikası, Ortadoğu’daki patlamaları  doğru okuyamadı. Dış destekle sağlanan başarı, yanıltıcı bir özgüven ve bağımsızlık duygularını harekete geçirdi. Türkiye “Yeni Osmanlıcılık” projesiyle a) Geçmişte olduğu gibi Arap Ortadoğu’su üzerinde hakimiyet kurma, b) Osmanlı-Safevi mirasına dönüp İran’la rekabet etme, c) Kürtleri bölgede kendi kâhyası gibi kullanma niyetini izhar edince küresel yapımcılar harekete geçti. Onlara göre Türkiye ile anlaşmaları böyle değildi.


      Doktrin yanlıştı, İslamî değildi, riskliydi. Doğrusu ne olmalıydı? Cumartesi gününe kaldı.


Ali Bulaç
[email protected]