Türkçe Olimpiyatları’na ve müspet hareketi referans alıp çalışmalarına devam edenleri gördükçe umutsuz olmak için sebep yok diyerek bitirmiştim bir yazımı.


Uzun vadede ve belli bir açıdan bakınca öyle, ama her gün daha da içine gömüldüğümüz bataklığı gördükçe endişelenmemek zor…


Toplumda var olan laik-dindar kutuplaşması yetmezmiş gibi bir de dindarları bölen nefret söylemi her gün yeni bir zirve yapıyor. Sağ-sol çatışması döneminde kahvelerin bile ayrılması nasıl mümkün hale gelmiş diye merak ederken bugün, dindar-dindara düşman ediliyor, en tepeden yapılan nefret çağrısının sonucu olarak restoranlar bile fişlenebiliyor. Sanal AK milisleri mobilize etmesiyle bilinen başbakan danışmanı bir zat, Twitter’da mafyacılık oynayan bir yeni yetmeye STV açık olduğu için terk ettiği pidecinin koordinatlarını sorabiliyor açık açık. Farklı düşünen bir pideciye bile tahammül edemeyen bir zihniyetle karşı karşıyayız. Doğrusu Twitter’da normalde bir baltaya sap olduğundan şüpheli olduğum operasyon hesaplarının sahibi tiplerin devlet yönetmeye(!) ortak oluşunu izlemek cidden kahredici. Ülke kimlerin eline kaldı dememek mümkün değil.


Ayrımcılığın vardığı boyutlar aslında komedilere konu olacak cinsten. Geçen hafta Mecidiyeköy’de bir gece yarısı operasyonuyla (!) her türlü belgesi, vergisi tam olan FEM Dershanesi’nin tabelası söküldü. Kimsenin tabelasına bakıp dershane seçtiğini sanmıyorum, ama zulüm arzusu demek ki her türlü rasyonaliteyi rafa kaldırmış. Kim bilir belki de Kısıklı’ya giden E-5 üzerinden gözüken tabela üst düzey birilerini rahatsız etti. İronik olan, bu skandaldan birkaç gün sonra aynı dershanenin LYS’de derece yapan pek çok öğrenci çıkarması.


Tüm bu hukuksuzluk ve keyfilik sadece Cemaat’i mi hedef alıyor? Elbette hayır. Yolsuzlukların üstü görülmemiş bir arsızlıklar silsilesiyle örtülürken, kokuşmuş düzenin yeni zenginleri pervasızlıkla, gözümüzün içine baka baka canlarının istediğini yapmaya devam ediyor. İstanbul’un bu derece talan edilmesi yetmezmiş gibi şehrin içinde geriye kalan nadir yeşil alanlardan birindeki bir köşk üç gün önce yandı bitti kül oldu. Yanan mülkün yıkım yasağı şartıyla millete galiz küfür etmesiyle ünlü olan başbakan yakını bir işadamına satıldığı ortaya çıktı. Şahısların kim olduğu çok da önemli değil, mesele bu kadar göz göre göre at koşturuyor, milleti yok sayıyor oluşları. Bu düzene ancak keyfokrasi denir!


Yurtdışından bize bakanlar açısından tablonun vahameti ortada. Hukuk devletlerinden gelenler bu keyfiliği durduracak bir merci, anayasa yok mu diye soruyor haliyle. Kâğıt üzerinde var olan hakların bile hukuksuzluğa nasıl kurban edilebildiğini anlayamıyorlar. Sonuçta bizler için bile bu derece keyfilik yeni bir eşik, yabancılar nasıl anlasın?


Dış dünyanın hayret dolu bakışlarına toplumun genelinde rastlamak ise kolay değil. Kahvehanelerde bile hükümet kontrolündeki televizyon kanallarının açılması için rüşvetin verildiği bir ortamda zaten sağlıklı bir bilgi akışından söz etmek mümkün değil. İftira bülteni şeklindeki hükümet gazeteleri ise varlık sebepleri olan yalanlarında hız kesmiyor.


En iyimser gözlemcileri bile depresyona sokabilecek böyle bir tabloda cumhurbaşkanlığı seçimine gidiyoruz. Başbakanın emriyle mahkeme kararlarının değiştiği (bakınız böcek soruşturması) bir düzende yapılacak seçim, sembolik bir cumhurbaşkanı seçmekten çok daha öte anlam taşıyor. 10 Ağustos’ta kalan anayasal güvencelerimiz de ‘keyfokrasiye’ kurban gitmesin diye oy vereceğiz. Bu seçimler, Türkiye’nin hepten tek adam rejimi olmasının önündeki belki de son engel. İnşallah geri dönüşü olmayan ama muhtemel o yola girmeyiz. Pideciyi, tabelayı hazmedemeyen bir zihniyetten hukuk devleti beklenmeyeceğini artık net olarak görmek gerek.


Sevgi Akarçeşme
ZAMAN
[email protected]


 

Editör: TE Bilisim