BDP'li Aysel Tuğluk'un "400 milletvekiliyle de gelseler bu anayasayı yaptırmayacağız" sözü bana, Ergenekon sanığı bir rektörün "Yüzde 99'la da gelseler iktidar olamazlar" sözünü fena halde çağrıştırdı.

Bunu "Aslında Ne Oldu?" (Ülke TV) adlı programda da dile getirdim.

Şunun altını çizelim:

Sadece (adı lazım değil) o rektörle kaim bir zihniyet algısı değildir bu; malum medyadan güvenlik bürokrasisine kadar birçok alanda karşılığı var.

Tuhaf olan bu anlayışın siyasi partilerde de makes bulmasıdır.

12 Eylül 1980 öncesinde, Erbakan'ın Milli Selamet Partisi bu konularda az paylanmamıştı.

Bazı bakanlıkların, hükümetlerin politikalarından bağımsız bir şekilde devlet politikasına tâbi olduğu söyleniyordu.

Dışişleri Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı buna örnek gösteriliyordu.

Deniliyordu ki: Ne yani hükümetler değişince bu bakanlıkların politikaları da mı değişecek?!

Bu da "delirdiniz mi, manyak mısınız" yollu bir taaccüple ifade ediliyordu.

Sıkı durun:

Mahut "uyarıları" Genelkurmay Başkanlığı değil, dönemin merkez partileri (Ecevit'in CHP'si ve Demirel'in AP'si) yapıyordu.

Bizzat siyasete vurarak, yani siyasi alanı budayarak siyasi ikbal peşinde koşan bu siyasi partiler, programlarını seçimlerde halka onaylatıp iktidara geldiklerinde ne yapacaktı peki?

Yol, baraj yapacak; çevreyle, turizmle falan ilgileneceklerdi.

Hulasa, burunlarını öyle her yere sokmayacak, hadlerini bileceklerdi.

Zaten merkez partisi demek haddini bilmekti.

Haddini bilmeyenler "marjinal" kalmaya mahkum partilerdi.

Nasıl ki günümüzde "yan vesayet"in temsilcileri Hakkari'de "Yeni CHP"ye dükkanları açıp AK Parti'ye kapatıyorlarsa, "ana vesayet" de kendisine kul köle olmayan partileri merkezin dışına itiyordu.

AK Parti merkezin partisi olmaksızın merkeze yerleşmekle haddini bilmezlik yapmıştı.

Lafın belini kırmanın hiç gereği yok: O topyekûn kuşatma, o ucube ittifakların alayı AK Parti'ye haddini bildirmekten ibarettir.

Şuraya bakar mısınız: 12 Eylül öncesinden bugüne 30-40 yıl geçti, kamuflaja yönelik dekoratif düzenlemelerin dışında vesayet zihniyetinde hiçbir şey değişmedi.

Yüzde 99 veya 400 milletvekili muhabbeti olsun, "411 el kaosa kalktı" manşeti olsun hep aynı zihniyetin yansımasıdır.

Buyurun size bu zihniyetin en nobran, en manyak, en kana susamış ifadesi: "Yanlış yaptınız. / Mertçe; karşımıza çıkarak; 'Kemalizmi yıkacağız, manda olacağız...' diyerek ve delikanlı gibi kan dökerek yapmadınız. (...) O 411 el 'gerçekte' kaç kişiyi temsil ediyor? Göreceğiz... / Söz bitmiştir. / Kansız olmaz..."

Bu satırlar Akşam gazetesi yazarı Serdar Akinan'a ait.

Hani şu "Kan Uykusu" adlı belgeselde Osman Pamukoğlu'nu ve onun insan ölüsünü "leş" tabir etmesini kamuoyuna duyuran insan evladı.

Bu arkadaşımız şimdi de kalkmış Murat Karayılan'la bir röportaj yapmış. Hem de bir başka generalin 11 PKK'lının ölüsünü "leş" tabir ettiği bir dönemde.

Dünkü yazısında diyor ki: "Kandil içinde derin bir PKK var ve bunlar Ergenekon'la temas halinde...' iddiasını tedavüle sokanlara ne söylenebilir bilemiyorum (...) Bu çapta bir örgütün böylesi bir ittifaka muhtaç olduğunu düşünmek sadece gündem kaynatmaya yarar diye düşünüyorum..."

"Ergenekon dağa çıktı" iddiasına Karayılan'ın, "Ne Ergenekon'u kardeşim!" dediğini yine bu arkadaşımızdan öğreniyoruz.

Hemfikirler demek ki.

O değil de, bu celadet, bu ifade tarzı beni yıllar öncesine götürdü.

Merhum Sabancı, Anadolu'nun bir mozaik olduğunu söylemişti de, Alparslan Türkeş "Ne mozaiği ulan!" diye kükremişti.

Murat Karayılan "Ne Ergenekon'u ulan!" demiyor tabii.

Özü itibariyle daha nazik bir insan evladı olduğundan mı, yoksa Serdar Akinan'ı karşısında görünce "ulan" yerine "kardeşim" demeyi mi tercih etmiş, orasını bilemem.




Salih Tuna
Yeni Şafak
[email protected]