24 Ocak, hem gazeteci Uğur Mumcu 'nun, hem de Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan 'ın ölüm yıldönümü.8 yıl arayla öldürüldüler.

Uğur Mumcu'yu 1993'te kaybettik; Gaffar Okkan'ı ise 2001'de. Türkiye'nin aydınlatamadığı daha bir sürü faili meçhul cinayet var.

Bununla beraber, bazı ipuçlarına ulaşılıyor. Meselâ, artık kimse "Uğur Mumcu'yu dinciler katletti" demiyor.

Ergenekon dosyasında, 2001'de, Tuncay Güney'le tutuklanan Ümit Oğuztan'ın anlattıkları yer alıyor.

İddiaya göre, Celâl Talabani'ye Makine Kimya Endüstrisi'nden alınan ve seri numaraları silinen 100 bin silâh gönderilmiş.

Uğur Mumcu, bu silâhların peşine düştüğü için öldürülmüş. Silâhların, kısmen PKK'nın eline geçtiği belirtiliyor.

Tuncay Güney de, Veli Küçük'ün, Habur'dan, Talabani ve Barzani'ye 24 bin silâh gönderdiğini ileri sürmüş ve bu silahların bir bölümünün PKK'ya verildiğini söylemişti.

MİT'çi Mehmet Eymür ise, sitesinde aynı konuya temas ediyor ama, PKK'ya silâh satışı olayını Doğu Perinçek'e yüklüyor.

Eymür, Perinçek'in yayınladığı Aydınlık dergisinin 8 Aralık 1998 tarihli sayısına atıfta bulunarak, şöyle diyor: "Dergi, o tarihte, 'Susurluk Özel Örgütü PKK'ya silâh sattı' diye yazmıştı.

Perinçek, bu düzmece haber ile Ergenekon'a atfedilen silâh sevkıyatını maskelemeye çalışıyor."

Kısacası, gizli tutulmak istenen bir silâh sevkıyatı var ve bu işe burnunu soktuğu için Uğur Mumcu öldürülmüş gibi görünüyor.

Gaffar Okkan'ın ise, Diyarbakır'da, Kürt kökenli vatandaşlarımızın da sevdiği bir Emniyet Müdürü olduğunu hatırlatalım.

Okkan'a suikastın, bölgeye huzur gelmesini istemeyenler tarafından gerçekleştirildiği inancı, cinayetin işlendiği ilk günden itibaren hemen herkes tarafından paylaşılıyordu.

İşte Ergenekon davası, Türkiye'yi sarıp sarmalayan derin karanlığa, hiç değilse, bir nebze ışık tutacak. Hepimiz, faili meçhuller aydınlansın istemiyor muyuz?

İçimizdeki Ali Kemal'ler!

Medyanın yanlışı; hepimizin yanlışı... Nedir?
Ergenekon üzerinden hesaplaşmak.

Oysa vatanseverlik yarışına girmeye gerek yok. Birbirimizi karalaya karalaya, basın itibar kaybına uğradı. Köşe yazarları da, medya patronları da, bundan nasibini aldı.

Ertuğrul Özkök beğendiğim bir gazeteci. Düşüncelerimiz, kaygı ve korkularımız çoğu kere birbirine uymasa bile, temel değerlerde uzlaşabiliriz onunla.

Geçenlerde, bu konuları konuşurken, Cevat Fehmi Başkurt'un bir kitabından söz etti. Başkurt, "Yirmi kalburüstü basın mensubu" arasında Ali Kemal 'i de saymış.

Hani, Milli Mücadele'ye karşı çıktığı için yargılanmak üzere Ankara'daki İstiklâl Mahkemesi'ne götürülürken, İzmit Bölge Komutanı Nurettin Paşa'nın adamları tarafından linç ettirilen siyaset adamı ve gazeteci.

Başkurt, bize, "vatan haini" diye tanıtılan Ali Kemal için, "fikirlerinin kurbanı" diyormuş.

Ali Kemal, Milli Mücadele'yi İttihatçılığın devamı gibi görüyordu, bu yüzden Atatürk'ü desteklememişti; İngiliz taraftarıydı. Böyle bir kişiyi dahi, Cumhuriyet gazetesi yazı işleri müdürlüğünü yapmış olan Cevat Fehmi Başkurt, "vatan haini"
değil, "fikirlerinin kurbanı" diye nitelendirebiliyor.

Biz ise her vesileyle, "İçimizdeki Ali Kemal'lerden" söz ediyoruz. Sürekli nefret üretiyoruz.

Artık tarihi de, bugünü de daha objektif değerlendirme vakti geldi. İnsanları yaftalamadan, suçlamadan, art niyet ya da gizli müttefik aramadan, casusluk yakıştırması yapmadan, ırkını, mezhebini kurcalamadan, soğukkanlı bir bakış açısına kavuşmak gerekiyor.

Çifte standart ve teferruat

Çankaya zirvesi, "Yargıya müdahale mi ediliyor?" sorularına yol açtı. CHP de, ağır eleştirilerde bulundu. Oysa Çankaya'dan, davaya "usul ayarı" çıktı. Tutuklamalara özen gösterilsin, haberler basına sızdırılmasın vs...

Bakıyoruz da, bu kadar masum ve etkisiz bir toplantıya karşı çıkanların, 28 Şubat sürecinde gıkı çıkmamıştı.

Refah Partisi'nin kapatma davasına bakan Anayasa Mahkemesi üyeleri, Genelkurmay Başkanlığı'na çağrılmış, kendilerine, Refah'ın "irtica odağı" olduğu delillerle (!) anlatılmıştı.

Sadece Anayasa Mahkemesi üyeleri değil, bütün yargı mensupları koşa koşa Genelkurmay'a gitmişler, brifing veren askerleri, bir de, uzun uzun alkışlamışlardı. Daha geçenlerde, 28 Şubat döneminin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir'in, YÖK Başkanı Kemal Gürüz'e "Üniversite giriş imtihanlarında ortaöğretim başarı puanının sonuçlara etkisini azaltın" talimatını verdiği medyaya yansımadı mı?

O sıralarda, yargı bağımsızlığı ayaklar altına alınırken ya da asker, YÖK'e talimat verirken, Deniz Baykal'ın sesinin çıktığını duymadım.

Keza, Gül'ün inisiyatifi ile toplanan Çankaya zirvesini eleştiren kalemler de, sükûtu tercih etmişti. Anayasa Mahkemesi'nin toplantı nisabını görüşeceği günlerde yayınlanan 27 Nisan e-muhtırası da pek çoğunu rahatsız etmemişti.

Demek, asker mevzubahisse, gerisi (Yargı bağımsızlığı, özerk üniversite, milli irade vs.) teferruattır!!!

Nazlı Ilıcak
[email protected]
Sabah